31 Mayıs 2012 Perşembe

İSKEMLE






30 Mayıs 2012 Çarşamba

KEŞKE AYAKKABI NUMARAM 25 OLSAYDI!


29 Mayıs 2012 Salı

ACELE KARAR VERMEYIN


Bir köyde ihtiyar bir adam varmış.. Çok fakirmiş ama dillere destan bir beyaz atı yüzünden kral bile onu kıskanırmış.. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. -Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mı dermiş hep.. 
Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış 


-Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. 


Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın demişler.. 


İhtiyar, 


-Karar vermek için acele etmeyin. Sadece At kayıp deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.. 


Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.. 


-Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var.. 


-Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.. 


Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden 


-Bu herif sahiden bunamış.. diye geçirmişler.. 


Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.. 


-Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler.. 


İhtiyar 


-Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. 


Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.. 


Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. 


-Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.. 


-Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. 


Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece ALLAH biliyor.


Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

29 MAYIS 1453

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiği zaman, hocası Akşemseddin hazretlerine, Cuma namazını Ayasofya’da kılmak istediğini ve hocasına kendisinin imam olmasını söyler. Ayasofya’yı cami yapmak için seferber olunur. 
Cuma gününe cami yetiştirilir, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han’ın abdesti kaçar. Tabii sultanın yanında da rastgele insanlar olmaz. Sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutarlar. Kamet getirilir, imam Allahü ekber der. Fatih Sultan Mehmed han, ne yapacağını şaşırır. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almaya çıksa izdiham olacak... Namaz kılar gibi eğilip kalksa, Cumadan mahrum kalacak. 
Ya Rabbi, ben ne yapayım şimdi derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlar. Cübbesini açar, buradan abdest al der. Sultan bakar ki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini alır ve rükûa varmadan önce imama yetişir. Namaz biter, selam verilir, dualar yapılır.
Ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gider. Ayrılırken, (Hocam dua buyurun) der. 
O da, (Allah iman selameti versin) der.
Daha uzun dua bekleyen Fatih Sultan Mehmed Han, şaşırıp kalır. Hocası sorar;
— Ne oldu, beğenmedin mi?
— Bu kadar mı efendim?
— Evladım yetmez mi? En kıymetli dua budur.
 Dün sana cübbesini açıp abdest aldıran şeyh, bir saat önce öldü; ama imansız gitti; çünkü bu kerametinden dolayı ona kibir geldi.


27 Mayıs 2012 Pazar

ALLAH (c.c.) Duaları Duyar ve Ona Karşılık Verir...


DİNİ BİR SOHBETTEN ÇIKAN ADAM ARABASINA BİNMEK İÇİN YÜRÜRKEN DİNLEDİĞİ BİR SÖZ AKLINA TAKILMIŞTI. ALLAH (C.C.) DUALARI DUYAR VE ONA KARŞILIK VERİR "NASIL?" SORUSU BEYNİNİ KEMİRİYORDU. SOĞUK HAVAYA RAĞMEN ARABASINA BİNMEDEN BUNU DÜŞÜNÜYORDU "NASIL? "


DERKEN "NEYSE" DEYİP ARABAYA BİNECEKKEN DUA ETMEYE KARAR VERDİ. VE ALLAH (C.C) A "ALLAHIM BANA NASIL DUALARI DUYUP KARŞILIK VERDİĞİNİ ÖĞRET" DİYE DUA ETTİ. VE ARDINDAN ARABASINA BİNDİ. ARABASIYLA EVİNE DOĞRU İLERLERKEN İÇİNDEN BİR SES ONA SÜT ALMASINI SÖYLÜYORDU. ÖNCE BOŞVER DEDİ AMA İSTEĞİ O KADAR GÜÇLÜYDÜ Kİ SÜT ALMAYA KARAR VERDİ. VE GÖRDÜĞÜ BİR MARKETTEN BİR PAKET SÜT ALIP ARABASINA KOYDU. VE YOLA DEVAM ETTİ. 


YOLUNA DEVAM EDERKEN İÇİNDEN BİR SES BİR SOKAĞA DÖNMESİNİ SÖYLEDİ. BU SES ONA EMİR VERİYORDU ADETA. BU SESİ DE ÖNCE ÖNEMSEMEDİ. SOKAĞI GEÇİP GİTTİ. AMA ARDINDAN ALLAH (C.C.) A ETTİĞİ DUA AKLINA GELDİ VE DÖNMESİ GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNDÜ. GERİ DÖNÜP SOKAĞA GİRDİ VE BU SOKAKTA YOLUNA DEVAM ETTİ. YOL İLERLEDİKÇE GÜZEL BİNALARIN YERİNİ BARAKALAR, DERME ÇATMA EVLER ALMIŞTI. 


VE ŞİMDİ AYNI SES ARABADAN İNMESİNİ SÖYLÜYORDU. ARABASINDAN İNDİ. ÇEVREDEKİ BÜTÜN EVLERİN IŞIKLARI SÖNMÜŞTÜ. HERKES UYUYORDU ANLAŞILAN. AMA İÇİNDEN GELEN SES ONA YOLUN SONUNDAKİ KÜÇÜK EVE GİDİP ELİNDEKİ SÜTÜ VERMESİNİ SÖYLÜYORDU. REZİL OLMAKTAN KORKTUĞU İÇİN VAZGEÇECEKTİ Kİ. BÜTÜN CESARETİNİ TOPLAYIP EVE DOĞRU İLERLEDİ VE KAPIYA VURDU. İÇERDEN SESLER GELDİ VE BİR ERKEK SESİ KİM O DİYE SORDU. ORDAN KOŞARAK KAÇMAK İSTEDİ AMA KAPI AÇILMIŞTI BİLE. KARŞISINDA FAKİR GÖRÜNÜŞLÜ BİR ADAM VARDI. ADAMA ELİNDEKİ SÜTÜ UZATTI. ADAM SÜTÜ ALIP İÇERİ KOŞTU GİTTİĞİ ODADA AĞLAYAN BİR BEBEK SESİ GELİYORDU. ARDINDAN ODADAN BİR KADIN ÇIKIP MUTFAĞA DOĞRU KOŞTU. VE ADAM KAPIYA GELEREK ADAMLA KONUŞMAYA BAŞLADI. 


ADAM KONUŞURKEN GÖZLERİNDEN SİCİM GİBİ YAŞLAR BOŞALIYORDU. "İKİ AY ÖNCE ŞEHRE TAŞINDIK AMA BİR İŞ BULAMADIM. BU GÜNE KADAR TANIDIKLARIN YARDIMLARIYLA GELDİK. AMA BU GÜN BEBEĞİMİZE SÜT ALAMADIK. ALLAH'A DUA EDİYORDUM .ALLAH IN BEBEĞİMİZE SÜT GÖNDER DİYE" ADAM KONUŞURKEN İÇERDEN KADININ SESİ GELDİ. KADIN BİLMEDİĞİ BİR DİLDE KONUŞUYORDU. ADAM TERCÜME ETTİ:  "ALLAH'A DUA EDİYORDUM ALLAH IM MELEKLERİNLE BEBEĞİME SÜT GÖNDER DİYE, SİZ BİR MELEK MİSİNİZ ?" 


SÜTÜ GETİREN ADAM CEBİNDEKİ BÜTÜN PARAYI ÇIKARIP ISRARLA ADAMIN ELİNE TUTUŞTURDU. VE ONA İŞ KONUSUNDA DA YARDIMCI OLACAĞINA SÖZ VERDİ. ADAM ORADAN AYRILIRKEN BU DEFA ONUN GÖZLERİNDEN YAŞLAR BOŞALIYORDU. 
(DUASI KABUL OLMUŞTU ARTIK BİLİYORDU)

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Keşke Bir Şansım Daha Olsaydı!

Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın dört eşi varmış.

Kral en çok dördüncü eşini sever, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini, en iyisini ona verirmiş.


Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır,üzerine titrermiş.


Kral ikinci eşini de severmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş.


Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven,sağlığına ve hükümdarlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral bu eşini hiç sevmez ve onunla hiç ilgilenmezmiş.


Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış.


Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.


En çok sevdiği dördüncü eşine, 
"Ölüm yolculuğunda bana eşlik etmek ister misin?" diye sorduğunda, aldığı yanıt kalbine bir bıçak gibi saplanan, kısa ve net, 
"Mümkün değil!" olmuş.


"Hayatim boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin?" sorusunu üçüncü eşi, "Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim." diye yanıtlamış ve kral bir kez daha yıkılmış.


"Her sorunumda, her zaman yanımda olan, bana yardim eden sendin. Bu sorunumda da bana yardımcı olur musun?" sorusuna karşı, ikinci esinden, 


"Bu sorunun için bir şey yapamam. Olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım." karşılığını almış.


Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesiyle irkilmiş:


"Nereye gidersen git, seninle olurum, seni takip ederim.""Ah!" diye inlemiş kral; "Keşke bir şansım daha olsaydı..."


=============================================


Aslında gerçek yaşamda hepimiz dört eşliyiz...


Dördüncü eşimiz "vücudumuz"! Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecektir.


Üçüncü eşimiz "sahip olduğumuz servet ve statümüz"! Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.


İkinci eşimiz "ailemiz ve dostlarımız"! Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey, bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.


Ve birinci eş... "ruhumuz"!


25 Mayıs 2012 Cuma

BİR YILDIZ HİKAYESİ




“76 yılda bir dünyanın yakınından geçen Halley Kuyruklu Yıldızı dünyaya en yakın noktadan yarın geçecek.” 
Müdür, başyardımcısını çağırarak talimat verdi: 


“Hocam, 76 yılda bir dünyamızın yanı başından geçen Halley Kuyruklu Yıldızı yarın akşam saat 20.30’da okulumuzun önünden seyredilebilecektir. Yatılı öğrenciler, eşofmanlarıyla bahçeye çıkarılsın. Az görülen bu astronomik olayı onlara anlatacağım. Şayet yağmur yağarsa meydana gelecek olaya ait hiçbir şey görülmeyeceğinden, öğrenciler yemekhanede toplansın ve olay hakkında göstereceğimiz filmi seyretsin.” 


Baş müdür yardımcısı emri alır almaz müdür yardımcısına bildirdi: 


“Halley isimli kuyruklu yıldız yarın akşam 20.30’da okulumuzun bulunduğu bölgenin üstünden geçecektir. Şayet yağmur yağarsa yatılı öğrencilere eşofman giydirilecek ve sadece 76 yılda bir görülen eşsiz olayı seyretmek üzere yemekhaneye götürülecektir.” 


Müdür yardımcısı ise emri nöbetçi öğretmene iletiverdi: 


“Müdür beyin emriyle yarın akşam saat 20.30’da gece kıyafeti giyilecek ve yemekhaneye gelecek olan eşsiz Halley Kuyruklu Yıldızı seyredilecektir. 


Okul bölgesinde yağmur yağdığı takdirde, her 76 yılda bir olduğu gibi, müdür bey ek bir emir daha yayınlayacaktır.” 


Nöbetçi öğretmen ise emri okul başkanı öğrenciye aynen(!) aktarır: 


“Her 76 yılda bir görüldüğü üzere, yarın akşam 20.30’da müdürümüz, Halley kuyruklu Yıldızıyla beraber yemekhaneye gelecektir. Yağmur yağarsa müdür bey eşofmanıyla, yıldıza okulun bahçesine girme emri ve izni verecektir.” 


Ve nihayet okul başkanı da yatılı öğrencilere emri tebliğ etti: 


“Yarın akşam saat 20.30’da civarında yağmur yağdığı sırada, eşofman giymiş olarak 76 yaşındaki eşsiz müdür Halley, müdür beyin eşliğinde, kuyruklu yıldızıyla okulumuzun yemekhanesinden geçecektir.” 

24 Mayıs 2012 Perşembe

BİR GARİP AŞK HİKÂYESİ




Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayati..Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa.. Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanını da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar.. Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı iste.. 
İçeri girdi.. Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl yardim edebilirim" diye.. Nasıl bir gülümsemeydi o.. 
Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rast gele bir plağı işaret ederek.. "Evet.. Su CD'yi bana sarar misiniz?.." Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi. 
Aldı paketi, çıktı dükkandan,evine döndü, açmadan dolabına attı.. Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. 
Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir turlu cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda.. Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi.. 
Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye. 
Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı Gene dükkandan. 
İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu yeni bulmuştu da.. 
Anne ağlıyordu... "Duymadınız mi" dedi.. 
"Dün kaybettik oğlumu.." Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda... Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü.. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı...Icinde bir CD vardı, bir de minik not.. 
"Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak istiyorum..Bir aksam birlikte çıkalım mi..Sevgiler.. Jacelyn!." 
Anne bir paketi daha açtı..Onda da bir CD ve bir not vardı.. 
"Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık... 
Sevgiler... Jacelyn!.." 


* * * Unutmayın... 
Düşündüğünüz şeyi mutlaka söyleyin... Birini seviyorsanız,söyleyin ona...İçinizdekini söylemekten korkmayın. Birisi hakkında ne hissediyorsanız söyleyin ona... Ve hemen söyleyin... Hemen... Beklemeden... 
Çünkü, doğru zamanı bekler ve "İste simdi tam zamanı" derseniz, bir bakarsınız çok geç olmuş... Gününüze sahip olun ki, pişmanlıklar yaşamayasınız. Hepsinden önemlisi, dostlarınıza, sevdiklerinize,ailenize hep yakın olun.. 
Çünkü bugünkü haliyle bir şahıs olmanızı onlar sağladı, sizi onlar şekillendirdiler... "Seni seviyorum" demekten sakin, ama sakin çekinmeyin, utanmayın, korkmayın!... 
Yaşamı yaşanmaya değer yapan şeylerden birinin sevgi olduğunu unutmayın... 

22 Mayıs 2012 Salı


Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.


Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.


- ‘Tadı nasıl?’ diye soran yaşlı adama öfkeyle:


- ‘Acı’ diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:


- ‘Tadı nasıl?’ ‘Ferahlatıcı’ diye cevap verdi genç çırak.


- ‘Tuzun tadını aldın mı?’ diye sordu yaşlı adam, ‘Hayır’ diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:


- ‘Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.’

21 Mayıs 2012 Pazartesi

GENÇLİK SIRRI




Zaman birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış. Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış 'bu gençliğin sırrı nedir' diye.


İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.. Ama Sorular sık , soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.


... Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.


"Bu davette size sırrımı açıklayacağım” demiş.


Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:




-"Hatun, şu kilerde bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!.."


Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:


" Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet" demiş.


Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.


“ Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin “ demiş, başka istemiş.


Bu böylece üç dört sefer daha tekrarlamış.


Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş.


- Eeee arkadaşlar iste benim gençliğin sırrı burada anladınız
mı ?


Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bişey anlamamış..


- Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!


Dedecik gülmüş."Efendiler" demiş "O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile "aman be adam , deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca.." demedi.


Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum. Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız . . .

20 Mayıs 2012 Pazar

BU DA GEÇER YA HÛ



Dervişin biri,uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek,yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını,evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad  adında başka bir çiftlik sahibidir.


Derviş Şakir’in çiftliğine varır.Çok iyi karşılanır,iyi misafir edilir,yer içer, dinlenir.Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…


Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”


Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.Şakir’i hatırlar,bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi,şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”


Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider,Şakir’i bulur.Eski dostu yaşlanmıştır,üzerinde eski püskü giysiler vardır.Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş,evi yıkılmıştır.Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır.Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.


Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder.Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır…Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme…Unutma,bu da geçer…”


Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir.Haddad birkaç yıl önce ölmüş,ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır.Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır,kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.


Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”


Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”


Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar.Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış,Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…


O aralar ülkenin sultanı,kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki ,mutsuz olduğunda umudunu tazelesin,mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz.Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler.Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur.Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.


‘Buda geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Buda geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA HÛ’ haline gelir…
Hayat inişli çıkışlıdır.Her zaman bulunduğumuz durumun gelip geçici olabileceği aklımızdan çıkmamalıdır.

18 Mayıs 2012 Cuma

NEZAHAT ONBAŞI


Milli Mücadele`nin ilk madalyası 9 yaşında cephelerde savaşan Nezahet Onbaşı`ya layık görüldü. Ama o madalyayı hiçbir zaman alamadı. 
Nezahat Onbaşı`nın hikayesi:
Nene Hatun, Halide Edip, Erzurumlu Kara Fatma, Adile Onbaşı, Kara Ayşe ve daha nicesi... Onlar İstiklal Harbi`nin sembol kadınlarıydı. O listede adı çok anılmayan; ama daha küçük bir kız çocuğu iken cephelerde at süren, çarpışan bir de Nezahet Onbaşı vardı. 
Babasıyla Geyve Savaşı, Konya İsyanı, I. ve II. İnönü Savaşları ile Sakarya ve Gediz muharebelerinde gösterdiği kahramanlıklarla anılacaktı. Yaşı küçük olduğu için Cumhuriyetin kadın kahramanlarının listesine bile çok sonraları girecekti. Çünkü o, Türkiye Büyük Millet Meclisi`nin İstiklal Madalyası ile ödüllendirmeye karar verdiği ilk çocuktu.
Nezahet Onbaşı`nın hikayesi aslında Çanakkale Savaşı günlerine kadar uzanıyor. Savaş yıllarında annesi Hadiye Hanım daha 24 yaşındayken ince hastalığın (verem) kurbanı olur. O günlerde İstanbul işgal altındadır, küçük kızın babası Albay Hafız Halit Bey ise cepheden cepheye koşmaktadır. Hafız Halit Bey bir müddet sonra komutasındaki 70. Alay ile Anadolu`daki Milli Mücadele saflarına katılma kararı alır. Tabii kızını da yanında götürmek zorunda kalır. Böylece kader Küçük Nezahet`i daha 9 yaşındayken cephelerle tanıştırır.
At sırtında geçen ilk günün gecesinde donma tehlikesi atlatır. El bebek gül bebek büyüyeceği bir dönemde öksüz kalmıştır çünkü. Hafız Halit Bey küçük kızını kimseye emanet edemeyeceğini düşünerek adeta cephelerde büyütür. Küçük Nezahet, askerlerden at binmeyi, silah tutmayı öğrenir. Tam üç sene cephelerde bilfiil babasının katıldığı her muharebeye katılır. 70. Alay`ın simgesi olur adeta. Cephede Mustafa Kemal Atatürk`ün ve İsmet İnönü`nün de dikkatini çeker.


BEN BABAMLA ÖLMEYE GİDİYORUM, SİZ NEREYE GİDİYORSUNUZ?
İstiklal Savaşı başladığında Alay Komutanı Albay Halit`e, Yunan askerleriyle en çetin çarpışmaların yaşandığı Gediz hattını müdafaa görevi verilir. Minik Nezahet, yanı başında süngü süngüye çarpışan Mehmetçik`in şehit oluşunu görecek kadar savaşın içindedir artık. Gediz Cephesi Yunanlılara karşı ilk yenilginin alındığı cephelerden biridir. Ancak Türk askeri düşmanın lojistiğini kesmek için verdiği mücadeleyi sonuna kadar sürdürür. Zor anlar yaşanır. Tarihe kaybedilen muharebe olarak geçen Gediz Cephesi`nde sadece bir alay başarılı olmuştur. O da Hafız Halit Bey`in kumandasındaki 70. Alay`dır. Küçük Nezahet`i onbaşı yapacak, daha sonra onu Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsülerindeki tartışmalara taşıyacak en önemli olaylardan biri de bu sırada vuku bulur.
Türk askeri Yunan saldırıları karşısında zor anlar yaşamaktadır. O sırada cepheden kaçmayı düşünenler bile olur. Yaklaşık 600 kişilik alayı ile en zor sınavı veren Hafız Halit, umutların tükendiği noktada atıyla askerlerin önünü kesen küçük kızı Nezahet`i bulur. Minik, ama vatan sevgisiyle dolu yürek cephe gerisine kaçmaya çalışan askerlerin karşısına duvar gibi dikilir ve ağzından şu sözler dökülür: `Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz?`
Babasına destek olmak isteyen bir çocuğun çırpınışlarının ötesindedir gayreti. Atın üstündeki küçük kız, askerlerin yüzüne tokat gibi bir gerçeği, `vatan sevgisini ve şehadeti` haykırınca hepsi geri döner. Çoğu cephede şehit düşer, ancak Gediz muharebesi kaybedilse de Yunan askerinin Anadolu`nun içlerine kolay sızması geciktirilir. Küçük Nezahet, sınavı kazanmıştır. Artık o elinde oyuncaklarıyla askerin arasında gezen bir kız çocuğu değil, 70. Alay`ın Nezahet Onbaşısı`dır.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Köpek ile Leopar




Adamın biri Afrika´da safariye çıkarken, yanına minik köpeğini de almış.


Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.


- Şimdi başım dertte, diye düşünmüş köpekcik . . .


Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş.


Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:


- Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?


Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış:


- Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım, diye düşünmüş leopar...


Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş, bildiklerini kullanarak bundan sonra kendisini leopardan kurtaracağını düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna, "atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım" demiş.


Az önceki yerde bekleyen minik köpek, bakmış kızgın leopar sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş.Ne yapacağını düşünürken, kaçmaya da kalkmamış.
Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri kemirmeye devam etmiş. 


Tam leopar saldıracakken, yine kendi kendine konuşarak leopara duyurmuş:


"Şu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok ! "


DİPLOMASİ DENEN ŞEY BU...


Yapabiliyorsan; hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

İKİ OSMANLI ASKERİ...














15 Mayıs 2012 Salı

HER ŞEYİ BİLMEK İYİ Mİ?




Adamın biri Musa Aleyhisselâm’a:
— Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur’u Sina’ya gittiğin zaman Allah’tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.


Musa Peygamber:
— Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.


Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur’a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm’a:
— «Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.» buyurmuştu.


Musa Aleyhisselâm, Tur’u Sina’dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.


Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı:
Öküz:
— Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.


Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:
— Bunlar hep senin ahmaklığından… Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.


Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.


Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı.


Adam:
— Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü


Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:


-Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bu gün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın’ da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyen çifte gitmekten kurtuldu.


Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:
- Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.


Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu.
Horoz:
-Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.


Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.


İkinci gün oldu, köpek horoza:
- Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:
-Hiç merak etme! Öküzü sattı ama, yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.


Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı.
Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza:
-Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı.
Horoz:
-Ben yalan söylemem… Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama, yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.


Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa’nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:
-Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı.


Musa Aleyhisselâm:
-Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye… Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

ANNE VE KIZI


Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre; nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi 
onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.
Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. 


Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmis, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak: "Sanki yeniden dünyaya geldim!" dedi. "Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı siz mi yaptınız?" Yaşlı doktor: "Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!."diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!."

11 Mayıs 2012 Cuma

Kitap İare Sandığı