29 Nisan 2012 Pazar

BAĞDAT'IN DELİSİ


Halife Harun Reşit zamanıdır.
Behlül Halife Harun’a her fırsatta nasihat etmektedir. Herkes Halife Harun’un adından bile korkarken o Halifenin sarayına istediği gibi girip çıkmaktadır.
Yine böyle bir gün, Behlül Halife’nin sarayındadır. Yorgundur,  uykusuzdur. Birazcık dinlenecek yer aramaktadır. Birden Halifenin tahtı gözüne ilişir. Sağına bakar, soluna bakar, etrafta kimseyi göremeyince tahta oturur. Birkaç dakika geçmeden askerler Halife’nin tahtında birisinin oturduğunu görürler. Behlül’ü tahttan indirdikleri gibi, bir de temiz dayak atarlar...
Behlül ağlamaya da başlamıştır. O anda Behlül’ün ağlama sesini duyan Harun Reşit gelerek Behlül'e neden ağladığını sorar. Askerler Behlül'ün büyük ve affedilmez bir hata ettiğini, tahta çıkıp oturduğunu, kendilerinin de tahttan indirip dövdüklerini söylerler. 
         Behlül’ün ağlamasına üzülen Harun Reşit:
«Behlül böyle bir hatadan dolayı dövülür mü hiç?» diye, askerlerine kızar ve Behlül’den özür diler. Lakin Behlül bir türlü susmaz. Ağlamaya devam eder. Harun Reşit Behlül’ü susturmaya çalışarak “Tamam! Yeter artık. Bu kadar ağlamanı gerektirecek ne var?” Der. Behlül gözlerinden akan yaşları silerek Halife Harun Reşid'e döner:
“Ey Harun ben, kendim için ağlamıyorum. Ben senin için ağlıyorum” Şaşırmıştır Harun Reşit.
“Ey Behlül köteği yiyen sensin. Neden benim için ağlarsın ki?”
“Ey gafil adam, ben birkaç dakikacık tahta çıkmakla bu kadar dayak yedim, oysa sen yıllardır bu tahtta oturuyorsun. Yarın senin durumun ne olur, ne kadar dayak yiyeceksin diye düşünür ve onun için ağlarım,” der.
Bu sözler Harun Reşid'in gözlerini yaşartır... Artık hüngür hüngür ağlama sırası Halife Harun’dadır.

28 Nisan 2012 Cumartesi

HER KULA HELAL,MÜSLÜMANA HARAM!






























26 Nisan 2012 Perşembe

55 YILLIK NÖBET




Yer Kudüs  Mekân Mescid-i Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma  Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz .
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgar gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid-i Aksa'nın önüne kavuşturur  Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani  Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır  "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya  Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü fethetmiştir de, ortalık kararmıştır  Yatsı namazını o avluda kılar  Kendisi ve bütün ordu beraber  Şamdanları yakarlar  Tam 12 bin şamdan O isim oradan kalmadır  Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız  
Onu, o merdivenin başında gördüm  İki metreye yakın bir boy  İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi  Palto?  Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?  Değil Öyle bir şey işte  
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil  Oraya dimdik, dikilmiş Yüzüne baktım da, ürktüm  Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi  Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı  
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.  Bizim eski vatandaşımız İstanbullu  "Kim bu adam?" dedim  Lâkaydi ile omuz silkti  "Bilmem " diye cevap verdi "Bir meczup işte  Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş  Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya
Kimseye bir şey sormaz  Kimseye bakmaz, kimseyi görmez " 
Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin halâ bilmiyorum  Yanına vardım  Türkçe "Selâmün Aleyküm baba " dedim   Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı  Yüzü gerildi  Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: 
-Aleykümüsselam oğul  Donakaldım  Ellerine sarıldım, öptüm öptüm  
-Kimsin sen, baba? dedim   Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz O canım devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl, 3 ay, 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız  Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür  Tutmaya imkân yok  Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında  İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız  Âdet odur ki, kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz  
Anlattı, dedim ya  Gerisini tamamlayayım  
-Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden  
Sustu  Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı: 
-Ben, o gün buraya bırakılmış 20.  Kolordu, 36.  Tabur, 8.  Bölük, 11.  Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım  
Yarabbi  Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi  Ellerine bir kere daha uzandım  Gürler gibi mırıldandı: 
-Sana, bir emanetim var oğul  Nice yıldır saklarım.  Emaneti yerine teslim eden mi? 
-Elbette, dedim, buyur hele Konuştu: 
-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse  Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa efendi'yi bul  Ellerinden benim için bus et (öp)  Ona de ki
  Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi: 
-O'na de ki, gönül komasın  Ona de ki, "11.  Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır  Tekmilim tamamdır kumandanım  dedi" dersin  Öleyazdım  
Sonra yine dineldi.  Taş kesildi.  Bir kez daha baktım.  Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi  Ufukları gözlüyordu Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.

25 Nisan 2012 Çarşamba

ŞİMDİLİK


Büyükler, çocukların konuşmalarını yarım yamalak dinlediklerinden, onların sözlerinde gizli derin anlamları kaçırırlar.


Bizim eve, karıma elbiselerin, örtülerin, çarşafların söküklerinin dikilmesinde yardım eden bir terzi kadın gelir. Bu kadın bize geldiği zaman küçük oğlunu da beraberinde getirir. İşte ben, kalıcı ve derin imanın anlamını bu küçük çocuktan
öğrendim. Onunla uzun zamandan beri arkadaş olduğumdan, bizim eve geldiğinde biraz sohbet etmeyi ihmal etmem.


Geçenlerde bana yakında güzel bir futbol topu alacağını söyledi.


Onu tekrar görüşümde futbol topunu alıp almadığını sordum. Çocuk cevap verdi: "Hayır efendim, annem şimdilik topa ayıracak paramız olmadığını söyledi."


Onun bu sözleri, durumlarının yakında düzeleceğine dair derin inancını gösteriyordu. Bilhassa, kullandığı 'şimdilik' kelimesinde kuvetli bir güvenin izi seziliyordu.


Bu çocuğun söyledikleri beni uzun uzun düşündürdü. Onu uzun bir süre görmedim. Günün birinde tekrar rastladım. Çocuk, bahçede oturmuş, bir karınca yuvasını seyrediyordu.


Yavaşça yanına sokuldum. Onu konuşturmak için babasından bahis açtım: "Eve gidince yemekten sonra babanla oynayacak mısın? Yoksa yemekten sonra hemen yatacak mısın?" diye sordum. Çocuk ciddiyetle yüzüme baktı ve: "Babam bir kaza geçirdiğinden hastanede. Şimdilik babamla oynayamayacağım!" dedi.


Geçen gün yolum, oturdukları mahalleye düştü. Çocuğu kaldırımda aceleyle yürürken gördüm. Üzerinde temiz koyu renk bir elbise vardı. "Heyy" diye seslendim. "Neden bayramlık elbiselerini giydin? Herhalde hastaneye babanı görmeye gidiyorsun."
Çocuk gülümseyerek başını salladı. Bundan sonra söylediği sözler, dünyayı içinde yaşamaya değer bir hale getiren, ölümden sonraki hayata olan imanın bir insan için neler yapabileceğini anlamama sebep olan sözlerdi.


Çocuğun soruma verdiği cevap şu olmuştu: "Hayır efendim, hastaneye babamı görmeye gitmiyorum. Babam geçen hafta öldüğünden, onu şimdilik göremeyeceğim."

24 Nisan 2012 Salı

BİR AŞK HİKAYESİ




Kadın her sabah olduğu gibi, o günde beyaz değneği ve el yordamı ile otobüse binmişti.


Şoför: “Soldan üçüncü sıra bos hanımefendi,” dedi. Kadın 32 yasında güzel bir bayandı ve esi oldukça yakışıklı bir hava subayı idi. Bundan birkaç ay önce yanlış bir teşhis sonucu gerçekleştirilen ameliyatla gözlerini kaybetmişti genç kadın ve asla göremeyecekti.


Kocası ameliyattan sonra acı gerçeği öğrenince yıkılmış ve kendi kendine bir söz vermişti. Asla karisini yalnız bırakmayacak, ona sonuna kadar destek olacak, kendi ayakları üzerinde durana kadar cesaret verecekti.


Günler geçiyordu. Kadın her geçen gün kendini daha kötü hissediyor, çok sevdiği kocasına yük olduğunu düşünüyordu. Esinin bu içine kapanık, karamsar hali kocayı çok üzüyordu. Bir an önce bir şeyler yapması gerekiyordu, karisi günden güne kendi içine kapanık dünyasında kayboluyordu.


Bütün gün düşündü koca nasıl yârdim edebilirim güzeller güzeli esime. Birden aklına esinin eski isi geldi. Geri dönmesini isteyecekti. Ama bunu ona nasıl söyleyecekti, çünkü artik çok kırılgan ve neşesizdi. Bütün cesaretini toplayarak aksam karısına konuyu açtı.


Karisi dehşetle gözlerini açtı. Ben bunu nasıl yaparım ben körüm, diye bağırdı.
Kocası ona destek olacağını her sabah ise onu kendisinin bırakacağını ve aksam alacağını ve ona çok güvendiğini söyledi. Çünkü esini tanıyordu ve bunu başarabileceğini biliyordu.
Kadın büyük bir umutsuzlukla kabul etti çünkü esini çok seviyordu ve onu kırmak istemiyordu.


Her sabah esini isine bırakıyor ve aksamları alıyordu fedakâr koca. Günler böyle ilerledi karisi eskisinden biraz daha iyiydi. Fakat kocası daha fazlasını istiyordu, kendisine söz vermişti sonuna kadar gidecekti.


Aksam karısına: Artik ise kendin gidip gelmelisin, dedi, Kadın şaşırmıştı. Bunu asla yapamayacağını söyledi. Kocası ısrar edince onu yine kıramadı ve bütün cesaretini topladı bunu kendisi de istiyordu ama o kadar güveni yoktu.
Sabahları kadın artik otobüs durağına kendisi gidiyor, otobüsüne biniyor ve otobüsten inerek isine gidebiliyordu.


Günler günleri kovaladı hiçbir problem yoktu. Yine bir gün otobüse binerken, şoför:
- Sizi kıskanıyorum, hanımefendi dedi. Kadın kendisine söylenip söylenmediğini anlayamadan, neden, diye sordu. Şoför,


- Çünkü her sabah sizin arkanızdan bir hava subayı genç adam otobüse biniyor ve bütün yol boyunca sevgi ile size bakıyor, otobüsten indikten sonra yeşil ışıkta yolun karsısına geçmenizi bekliyor siz binaya girdikten sonra arkanızdan öpücük yollayıp size her gün sevgiyle el sallıyor, dedi.”

23 Nisan 2012 Pazartesi

Köylü ile Yılan




Bir köylü şehirden köyüne dönüyordu. Yolda çalıların alev alev yandığını, alevlerin ortasında da bir yılanın çaresizlik içinde kıvrandığını gördü. Yılan ne kadar çabalasa da ateşin ortasından kurtulmayı başaramıyordu. Köylü sopasının ucuna taktığı azık torbasını ateşin ortasında ki yılana uzattı. Yılan kıvrılarak torbanın içine girdi. Adam da torbayı ateşin ortasından çıkardı. 


Yılan alevlerin ortasında yanmaktan kurtulmuştu. Yılan torbanın içinden çıkar çıkmaz adama: "Seni sokacağım" dedi. Adam şaşırdı: "Ama nasıl olur, iyiliğin karşılığı kötülük olmamalı, ben seni ateşin ortasından kurtardım." Yılan: "Evet, ama yinede ben seni sokacağım." Adam yılana yalvardı. Ne olur yılan kardeş, dur yapma, yaptığım iyiliğin karşılığı bu olmamalı. Yılanı ikna edemeyeceğini anlayan köylü: "Gel dedi karşılaştığımız birkaç kişiye soralım, eğer seni haklı bulurlarsa o zaman beni sokabilirsin." Yılan bu köylünün bu teklifini kabul etti. Etraflarına baktılar. Bir İnek gördüler. Bu ineğe soralım dediler. İneğin yanına gittiler. 


Köylü, başlarından geçenleri bir bir anlattı ineğe. Yolda yürüdüğünü, çalıların alev alev yandığını, yılanın alevlerin ortasındaki çaresizliğini, ve yılanı alevlerin ortasından kurtarışını… Ve yılanın kendisini sokmak istemesini. İnek; “Evet iyiliğin karşılığı kötülüktür” dedi ve anlatmaya başladı. “Ben güzel bir köyde yaşıyordum. Sahibimin ailesine her zaman bol süt ve güzel buzağılar veriyordum. Fakat zaman geçip de yaşlanınca beni kasaba verip kestirmek istedi. Ben de onun yanından kaçıp bu otlaklara geldim. Buralarda avare avare dolaşıyorum. Beni ya bir kurt kapar ya da kim bilir… Benim iyiliklerimin karşılığı bu olmamalıydı. Bu yüzden iyiliğin karşılığı kötülüktür.” dedi. 


Yılan adama: “Bak gördün mü? Ben haklıyım. Bu yüzden seni sokup öldüreceğim.” Adam tekrar yalvardı yılana. “Dur! Daha bir kişiye sorduk. Başkalarına da soralım hele. Bakalım onlar ne diyecek? Eğer onlar da inek gibi konuşurlarsa, o zaman beni sokabilirsin” dedi. Etraflarına baktılar. Bir söğüt ağacı gördüler. “Şu söğüt ağacına soralım” dediler. Söğüt ağacının yanına gittiler. Köylü, başından geçenleri olduğu gibi söğüt ağacına da anlattı. Yolda nasıl yürüdüğünü, çalıların nasıl alev alev yandığını, yılanın alevlerin ortasındaki çaresizliğini, ve yılanı alevlerin ortasından kurtarışını… Ve yılanın kendisini sokmak istemesini ve “Söyle bakalım söğüt ağacı iyiliğin karşılığı kötülük müdür? “ Söğüt ağacı derin bir iç çekti ve “Evet iyiliğin karşılığı kötülüktür!” diye cevap verdi. 


Sonra anlatmaya başladı. “İnsanlar işlerinde çalışıp yorgun argın evlerine giderken yazın o kavurucu sıcağında gölgemde dinlenirler. Fakat ne zaman Sonbahar yüzünü gösterse bir balta kapıp dalımı budağımı kesiverirler. Hatta bir ara neredeyse kökümden keseceklerdi. Nasılda korkmuştum ama şansım varmış ki son anda vazgeçirdi köylünün biri. Bu yüzden iyiliğin karşılığı kötülüktür. Yılan: “Bak gördün mü diye atıldı hemen. Hiç kurtuluşun yok. Seni sokup öldüreceğim. İyiliğin karşılığı kötülüktür.” Adam çaresiz son kez yalvardı. “Dur, yapma! Son olarak birisine daha soralım. Eğer o da inek ve söğüt gibi düşünüyorsa, tamam o zaman beni sokabilirsin.” “Tamam” dedi yılan, kendinden emin. “Fakat bu son. Bu kez seni sokacağım.” Etraflarına baktılar. Yakınlardan geçen tilkiyi gördüler. “Şu tilkiye soralım” dediler. Tilkinin yanına gittiler. Köylü, başından geçenleri olduğu tilkiye de anlattı. Yolda nasıl yürüdüğünü, çalıların nasıl alev alev yandığını, yılanın alevlerin ortasındaki çaresizliğini, ve yılanı alevlerin ortasından kurtarışını… Şimdi de yılanın kendisini sokmak istemesini… “Söyle bakalım tilki kardeş, iyiliğin karşılığı kötülük müdür?“ Tilki hemen durumu anladı, adamın zor durumda olduğunu görünce tilki şöyle bir düşündü, çenesini kaşıdı ve şöyle dedi: “Hıı bunu bilmeyen mi var? Elbette iyiliğin karşılığı kötülüktür.” Bunu duyan yılan gururla doğruldu, köylüyü sokmak için hazırlandı. “Ama” dedi tilki köylüye “şu başınızdan geçenleri bir kez daha anlatır mısın?“ Adam üzgün zügün anlatmaya başladı: “Bu yılan çalıların arasında bir ateşin ortasında idi. Ben sopamın ucuna bağladığım azık torbamla, onu ateşin ortasına uzattım. 


Yılan da torbanın içine girdi ve ben onu ateşin ortasından çıkardım.” Tilki sinsice gülerek konuşmaya başladı.Ey aptal insan, hiç bu kadar büyük bir yılan bu küçük torbaya sığar mı, böyle bir şey olur mu?” “Evet” dedi yılan atılarak “ben o torbaya sığarım.” “Ben” dedi tilki yeniden yılana “senin şu küçücük torbaya sığdığına gözümle görmeden hayatta inanmam.” Yılan tilkinin sözleri karşısında göğsünü gerdi, iyice havaya girdi. Tilki devam etti: “Tekrar torbaya gir de ben de bir göreyim. Bakalım bu kadar büyük bir yılan bu küçük torbaya nasıl girmiş.“ Köylü torbanın ağzını açtı. Yılan kıvrılarak torbanın içine girdi. Tilki hemen adama torbanın ağzını kapatmasını işaret etti. 


Adam hemen torbanın ağzını sıkıca bağladı. Tilki adama şöyle dedi: "Ey insan; düşmanın kafese girdi. Eğer çıkarsa seni sokup öldürecek. Onu yakalamışken işini bitir!" Adam hemen yılanı taşlara vura vura öldürdü. Böylece iyiliğe elverişli olmayan düşmana iyilik yapmamayı, acımamayı öğrendi.

22 Nisan 2012 Pazar

İki Fincan Kahve



Felsefe dersindedir.
Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden,
Önüne boş ama büyükce bir mayonez kavanozunu alır ve
İçerisini tenis topları ile doldurur.
Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar,
Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade
ederler,
Bu sefer profesör önündeki kutulardan
Bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını,
çalkalayarak kavanoza döker,Böylece çakıl taşları kayarak,
tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Ve öğrencilere tekrar
Kavanozun dolup dolmadığını sorar,
Onlar da 'evet' oldu derler
Tekrar profesör masanın üzerindeki
Diğer kutuyu eline alır ve
İçindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki
boşlukları doldurur.
Ve tekrar öğrencilere
Kavanozun dolup dolmadığını sorar,
Öğrenciler de koro halinde 'evet' derler.
Bu sefer profesör
Masanın altında hazır bekleyen
2 fincan kahveyi alır ve
Kavanoza boşaltır,
Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.


Öğrenciler gülerler!
Profesör öğrencilerin gülüşünü
Destekleyerek 'eveet' diyerek;
Ben 'Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini
ifade etmeye çalıştım' der.
Şöyle ki;
Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir;
dininiz,ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız,
sıhhatiniz,arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan
şeylerdir.
Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli
şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.
O çakıl tasları ise daha az önemli olan diğer
şeylerdir;
işiniz, eviniz, arabanız vs.
Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.
'Şayet kavanoza önce kum doldurursanız...'
diye, anlatmaya devam eder,'çakıl taslarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar,israf ederseniz,önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sıhhatinize dikkat edin.
Eşinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi zaten hep kumdur.
Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar;
'Pekiyii, o iki fincan kahve nedir?'


Profesör gülerek:
'Bu soruyu sorduğuna sevindim.
Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun,her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!'

21 Nisan 2012 Cumartesi

AZRAİL'İN GÜZELLİĞİ

Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra...


Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla
karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek
özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size
... nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam
vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına
gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı
bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım.
Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün
diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi
gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için
İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi
şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz
bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.


Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap
bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken,
hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen
cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza
yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine
güçlükle konuşarak:


-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.


-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü,
ahireti anlatmıyorsunuz?"


Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında
oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine
tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."


Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını
salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve
saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler
"hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün
ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta
kala:


-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"


-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O
anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."


O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için
Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir
iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi
telefon ederek:


-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar
inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının
sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça
ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son
nefeste "Muhammed" diyemezsem?.


İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve
eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde
morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma
gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine
sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.


Ertesi gün O'na:


-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin


Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da
sordu:


-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"


-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı
bir prens gibi gelecektir."


Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak
vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece
kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni
görünce yanıma gelerek:


-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!"
dedi ve devam etti:


-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması
imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz
kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet
getirerek vefat etmeden biraz önce de:


-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!..





çırpınan o mu gerçekten 

17 Nisan 2012 Salı

PADİŞAHIN İŞİ NE



Sultan Murad Han o gün bir hoş tur. Telaşeli görünür sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz  hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
-Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garip bir rüya gördüm
-Hayırdır İnşallah?
-Hayır mı  şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola görünen o ki, padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner vefa’ya, zeyrekten aşağılara salınır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha dikkatli bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar sorarlar;
-Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma der.
-Ayyaşın meyhusun bir işte……….
-Nereden biliyorsunuz?
-Müsaade et de bilelim yanı. Kırk yıllık komşumuz… Bir başkası tafsilata girer;
-Biliyor musunuz, der aslında iyi sanatkardır.Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine…Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
-İsterseniz komşulara sorun der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..... Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!..........
Tam vezir toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu;
-Nereye?
-Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu çeker gider kimseye bir şey diyemem…. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
-iyi ya saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
-peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam……Naaşı kaldırmalıyız en azından
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var tekfini, telkini…
-Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama…..
-olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…….
-Ayasofya ile Süleymaniye de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim..ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşuşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa.. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha….. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
-Sultanım der. Yanlış yapıyoruz galiba…
-Nasıl yani?...
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadık buraya getirdik cenazeyi, Kim bilir belki hanımı vardır. Belki yetimleri?...
-Doğru öyle ya neyse…. Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir cüzüne tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
-Hakkını helal et evladım der, Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar…. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…
-Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir…..
Bizim efendi bir alemdi vesselam.. Akşamlara kadar nalın yapar.. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya……..
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye….
-Hayret….
-Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öylese şimdi dinlenmeniz gerek….. O çeker gider, ben menkibeler anlatırdım onlara Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum…..
-Bak sen Millet ne sanıyor halbuki…
-Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş  o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. Tekbir alırken kabeyi görmeli……
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden Nişancı’ya, sofular’a uzanırdı ya….
Hatta bir gün; Bakasın efendi dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek inan cenazen kalacak ortada…
-Doğru öyle ya?.....
-Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye, Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun dedi.
HEM PADİŞAHIN İŞİ NE?

13 Nisan 2012 Cuma

KUR'AN'IN GÜCÜ!

Kaç yaşındasın nine?
-71…
-Demek İstiklal Savaşı’nda 20-21 yaşlarındaydın…
-Öyle zahir…
-O günden beri çıkmadın mı köyünden?
-Çıkmadım.
-50 yıldır çıkmadın ha?
-50 yıldır…
-O gün, bu gün, dünya çok değişti…
-Öyleymiş…
-Bir daha da evlenmedin, öyle mi?
-Öyle…
-Seni, ardı arkası gelmeyen sorularla sıkıyorum değil mi?
-Estağfurullah…
-Ne yapayım, sen anlatmıyorsun ki, dinleyeyim… Niçin anlatmayı sevmiyorsun?...
-Sevmem!
-Ne seversin?
-Okumayı…
-Ne okursun?..
-Kur’an okurum.
-Okuman yazman var mı?
-Yok! Yalnız Kur’an okurum
.-Kim öğretti sana Kur’an okumayı?
-Babam…
-Peki, Kur’an okuyan, eski harflerle başka şeyleri okuyamaz mı?
-Ben okuyamam. Allah’ın Kelâmı bana kolay gelir. Öbürleri çetin kargacık-burgacıklar…
-Baban da kocan gibi zeybek miydi?
-Babam köy imamıydı. Hem zeybek diye ayrı bir cins yoktu ki… Burada her mert delikanlı bir zeybekti zamanında…
-Ya şimdi…
-Şimdi herkes bebek…
-Ne oldu, nerede öldü baban?
-Seferberlikte (I.Dünya Savaşı) Hicaz taraflarına gitti, bir daha dönmedi.
-Ne kaldı babandan sana?..
-Şu köşede gördüğün yeşil ipek kaplı Kur’an kaldı. Bir de söz…
-Nasıl söz?..
-“Kur’an’dan ayrılma!...”
-Sen o zaman 14-15 yaşlarında bir kızdın…
-Öyleydim…
-Sonra evlendin…
-Beni 19 yaşımda, dayımın oğluna verdiler. Evlendim.
-Tam da Yunanlıların İzmir’e çıktığı yıl…
-Çok geçmeden Yunanlı bu tarafa geldi, bir taburuyla bizim köye yerleşti.
-Anlat, anlat!
-Ne anlatayım?.. Sen sor, ben söyleyeyim!.. Zaten her şeyi öğrenmişsin dışardan…
-Evet ama senin ağzından dinlemek istiyorum. Halk bir şeyi renkten renge sokar, gerçek diye bir şey kalmaz ortada…
-Doğru!.. Kimbilir benim için de neler uydurmuşlardır!
-Sen, tek başına, bir tabur Yunan askerini köyden kaçırmışsın!..
-Yok canım, o benim kuvvetim değil, Kur’an’ın gücü…
-Kur’an’ın gücü mü?
-Ne sandın ya; koynumda Kur’an olmasaydı, hiç o işi becerebilir miydim ben?
-Kur’an’ın, tüfek gibi, top gibi bir gücü olabilir mi?
-Yüzbin top, O’nun tek harfine denk olamaz!..
-Kuzum nine, söyle nasıl oldu?
-Üç aylık kocamı cami avlusunda kurşuna dizdiler.
-Sebep?-Kızlara saldıran bir Yunanlıyı bıçaklayıp öldürdü diye…
-Sonra?..
-Kalktım, Yunan kumandanına gittim. Sırtıma örtümü çektim, koynuma Kur’anımı aldım gittim.
-Eeee?
-Yunan kumandanı, meydan yerindeki eski jandarma karakolunda bir masa başında, çizmeli ayaklarını masanın üzerine uzatmış, oturuyordu. Yanında da İzmir’in yerlisi bir Rum… Tercüman…
-Nasıl cesaret edebildin aralarına girmeye?
-Cesaret Kur’an’ın emri… Kumandan “ne istiyorsun?” diye sordu. “Kocamın kanını dava ediyorum!” dedim.-“Kime karşı?” dedi.-“Sana karşı!” dedim.Kahkahayla güldü. Ayaklarını masadan çekerek doğruldu. Alaycı bir yılışıklıkla “ne yapmamızı emir buyuruyorsunuz?” dedi. Ellerimle, koynumdaki Kur’an’ı sımsıkı kucaklayarak…
-Ne cevap verdin?
-“Hemen taburunuzu alıp, buradan çıkmanızı istiyorum!” dedim.
-Hayret!..-Evet, kumandan hayretinden ne diyeceğini bilemedi.-“Nedir, o koynundaki sımsıkı kavradığın şey?” diye bağırdı. Ben de bağırdım:-“Dünyanın en güçlü silahı! Hepinizi tuz-buz etmeye yeter!..”
-Müthiş!..
-Tam o anda tercüman avaz avaz “bomba!” diye bastı çığlığı…
-Akıl alabilecek gibi değil…
-Daha neler var bu dünyada aklın alabileceği gibi olmayan…
-Devam et!
-Kumandan dehşetle irkildi, yan yana yürümeye başladı; gözleri bende ve koynumdaki gizli silahta, arkasıyla çıktı, meydan yerindeki askerlerine doğru yürüdü. Tercüman da iki büklüm, ardında…
-Nasıl oldu da üzerine atlayıp, bomba sandıkları şeyi koynundan almadılar?..
-Sıkı mı, ya onu yere bırakıp da karakolu havaya uçuracak olursam?..
-Sonrası?..
-Sonrası, kumandan askerlerine Rumca bir takım emirler verir ve onları toplarken, birdenbire müezzinin gür sesi işitildi. Öğle ezanı… Kocamın tabutu da musalla taşında… O anda bir yaylım ateş… Olanları haber alan çeteler, bir tepeciğin üstünden kuru-sıkı ateş ediyor. Yunalı askerler kaynaştı. Ne yapacaklarını bilemediler.Ben, tam o an, kollarım sımsıkı koynumdaki silahı kavramış, kapıdan çıktım, medyam yerinde göründüm. Kumandan haykırdı. Rumca bir kumanda… Yunanlılar köy dışına doğru kaçmaya başladılar. Gidiş o gidiş…
-Demek Kur’an silahtan üstün geldi İstiklal Savaşı’nda…
-O savaşı Kur’an’ın gücü kazandı!...


(Necip Fazıl - Mart 1971)