30 Mart 2012 Cuma

FISILTI VE TUĞLA...


    Genç ve başarılı bir iş adamı, yeni aldığı pahalı arabasıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı. 

   Arabayla caddeden yavasça geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını fark etti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.

   Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu park etmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?

   Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti:

   "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:

   "Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Park etmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.

   "Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz?Benim için çok ağır."

   Bu durumdan son derece duygulanan adam, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve gencin ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.

   Küçük çocuk genç işadamına dönerek "teşekkür ederim efendim, Allah sizden razı olsun" dedi. Genç adam, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.

   Genç işadamı, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.

   Allah, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.

   Tercihi siz yapın...


Engel(SİZ)siniz!.


"Satılık Köpek Yavruları" ilanının hemen altında küçük bir çocuğun bası gözüktü ve çocuk dükkân sahibine sordu:
   - Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?
   Dükkân sahibi:
   - 300 İla 500 TL arasında değişiyor fiyatları, dedi.
   - Benim 20 liram var, dedi çocuk "Bir bakabilir miyim yavrulara?"
   Dükkân sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:
   - Bunun nesi var?
   Dükkân sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk heyecanlanmıştı:
   - Ben bu yavruyu satın almak istiyorum, dedi.
   Dükkân sahibi:
   - Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm.
   Küçük çocuk, birden sinirlendi. Dükkân sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak:
   - Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında şimdi size 20 TL vereceğim ve geri kalanını ayda 5 TL ödeyerek tamamlayacağım.
   Dükkân sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:
   - Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.
   Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasıyla desteklediği sakat bacağını dükkân sahibine gösterip, tatlı bir sesle:
   - Ben de çok iyi koşamıyorum ve arkadaşlarımla oynayanıyorum...

  

Baban Gelirse...


Balıkesir´de Ali şuuri ilkokulu karşısındaki boşlukta eski ayakkabı tamircisi, kır pala bıyıklı Cevdet (Alkalp) dede vardı.


Bir akşam üstü sohbetinde konu Çanakkale´ye gelince ağlayarak anlatmaya başladı.

Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale´de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi.

Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı Milliye zamanı işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı…

Çocuklugumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti. Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve

Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çagır ha!…

Ben komşulara gidiyorum baban gelirse beni hemen çağır ha!… derdi…

Anam babamı her zaman bekledi durdu. Büyüdüm dükkan açtım. Anam yine her bir yere gidişte dükkana gelir; gideceği yeri söyler ve “Baban gelirse çağır ha!.. diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep deyneğini kaparak bana gelir ve “Baban gelirse beni çağır ha!.. diye tembihlerdi. Günu gelip ağırlaştığında, ölüm döşeğindeyken bizimle helalleşti.

“Bana iyi baktınız hakkınızı helal edin” dedi.

Sonra bana döndü ve yavaşça

“Baban gelirse annem hep seni bekledi de” dedi.

Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek,

“Hoş geldin bey, hoş geldin” diyerek ruhunu teslim etti…





GÜL KIZ


Genç adam, işe giderken hergün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
* * * *
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık hergün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
* * * *
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
* * * *
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine hergün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.
* * * *
Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burda yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."
* * * *
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...




KAHVENİN HATIRI


Eski bir hikayedir, vaktiyle İstanbul'da Yemiş İskelesi'nde kahvecilik yapan ve başından türlü maceralar geçtikten sonra âmâ düşen bir adamdan naklen Üsküdarlı halk şairi Vasıf, ondan da naklen Reşad Ekrem şöyle kaydediyor (İstanbul Ansiklopedisi V, 2808):
Bu adamın "Bir gün kahvehanesine bir yeniçeri gelip,
- Hey arkadaş!. Hep müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kâfire yapma, demiş. Kâfir dediği de bir köşede oturup nargile içen bir Rum gemi kaptanı imiş. Âmâ, hiç şüphesiz ki o zaman gözü açık, birer kahve yapıp vermiş. En sonra da iki kahve yapıp,
- Kaptan, biz de seninle içelim!.. diye Rum müşterinin yanına oturmuş. 
Yeniçeri,
- Heeyy!.. Ben sana o kafire kahve yapma diye tenbih etmedim mi? deyince kahveci de,
- Kaptana yaptığım kahve senden değil, ocaktandır ağa!.. cevabını vermiş.


Aradan zaman geçmiş. Sisam adasında büyük bir isyan baş göstermiş. Kahveci de yeniçeri ocağında kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş. Askerin arasında şuyû bulduğuna göre Sisam'da asi olan Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satarlar, arttırıp alan da hemen boğazlayıp kesermiş. Müzayede ile esir satmaktan kasıtları da, isyan hareketini beslemek için bir nevi yardım toplamakmış. Gün gelmiş, Yemiş İskelesi'nin kahvecisi de Rumların eline esir düşmüş ve diğer esirlerle birlikte o meydanda satışa çıkarılmış. İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilmişler, bekleşirler imiş. O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelmiş. Bunları gözden geçirdikten sonra bir iskemleye oturmuş. Müzayede de başlamış. İlk, bir paradan başlarlarmış. Bir canda beş paraya, on paraya kadar çıkarmış. Sıra kahveciye gelince iskemlede oturan o silahlı adam yekden,
- Beş kuruş!.. diye bağırmış.
Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarmış. Zavallı kahveci, "Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek!?.." diye düşünürken, ıssız bir yerde o silahlı Rum,
- Korkma, demiş, sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş İskelesi'ndeki kahveci değil misin?!..


Kucaklaşıp öpüşmüşler.
"Bir fincan kahvenin hatırını sayanlardır ki asi de olsa, şakî de olsa merd adamdır."



SEVEN INSAN N’EYLESIN



Cihan padisahı Yavuz Sultan Selim, Şam yakınına otagını kurdurarak burada üç ay kadar kalmıs. Bir Türkmen kızı da, zaman zaman padisahın çadırına gelerek, otagın temizlik islerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik islerle mesgul olurmus… 
Yine bir sabah temizlik için geldiginde, Sultan Selimi görmüs. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıvermis gönlünü kaptırmıs ona.- Hani kalbin, her an bir halden baska bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya- Zamanla kalbinin içini, ince bir sızı sarmıs genç kızın ve baslamıs kalbi için için göynümeye.

 Bir gün, gözü, hünkâr çadırının diregine ilismis. Diregin üst kısmına askın gücü ona, söyle bir satır yazma cesareti vermis:

"Seven insan neylesin"
Yavuz Sultan Selim, otagına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark etmis,” Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endise derken… Almıs eline kalemi söyle bir satır da o düsmüs aynı direkteki dizenin altına.

"Hemen derdin söylesin"
 Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktıgında otagın diregine, sevincinden aglamıs, o küçücük kalbi heyecandan gögsüne sıgmaz olmus, yer de onun olmus âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-ı askta bulunmanın, atesle oynamak, ates girdabına bilerek atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmıs. “Varsın olsun bu ask, buna deger diye düsünmüs.” Aldıgı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamamıs ama yine de içinde bir korku kurdu varmıs ki genç güzelin, yüregini her gün dis dis, burgu burgu kemiren... Askın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüregin imdadına yetismis derhâl. Bir satır daha yazmıs aynı direge

"Ya korkarsa neylesin"
Yavuz sultan selim, aksam, çadıra döndügünde, not düstügü direkteki satır gelmis aklına. Bakmıs ve okumus ki askın heyecanın ve korkunun karıstıgı, tezat dolu sözcüklerin bulustugu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karsısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha eklemis, aska yenik düsen koca padisah:

"Hiç korkmasın söylesin"
Bir askın bulusan, karmasık ve bulanık duyguları söyle dizilmis diregin üzerine:
“Seven insan neylesin 
Hemen derdin söylesin 
Ya korkarsa neylesin
  Hiç korkmasın söylesin" 
Sabahın olmasını sabırla beklemis padisah. Seher vakti sırdası 
Hasancan’ı çagırtmıs, derhâl bir emir vererek:” 
Biz dahi merak edip
 onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.” Emir derhâl yerine getirilmis ki Ahu gözlü, endamı hos, alımlı, nazenin, 
ceylân gibi bir Türkmen güzeli… Hünkârın emriyle derhâl bir dügün alayı tertip edilmis. Eglenceler, yemeler içmeler… 
Dügünün son gecesi, sırlarla dolu bu askın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüs, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, saskına çevirmis herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme bogulmus. Ahu gözlü Türkmen dilberinin  ”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüregi, bu büyük cihan sultanın askındaki sırrı kaldıramamıs ve birden duruvermis. 
O çadırın diregi, bu olayın canlı fakat ketum sahidi olmus asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadıgı gibi o gencecik yürege, buna fani alemde bir çare de bulunamamıs. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

“ Koca hünkâr, aglamıs” ve Türkmen kızına yaptırdıgı mezarın mermer tasına, su dörtlügü kazdırarak, dünyaya, askın gücünün karsısındaki çaresizligini en güçlü orduları yenen koca hünkâr söyle haykırmıs:


Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı hûn eksimi füzûn etti felek 

Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân 

Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek "

“'Bilmem ki gözlerime felek nasil bir büyü yapti ki
Gözümü kan içinde birakti, askimi artirdi
Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti.."




Yapılan İyilik...


Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verdi Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştı
Bunlardan biri şuydu: Bazı kimseler bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunları ateşe verip yakıyorlardı
İkinci olarak şuna şahit olmuştu: Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da rahat kaldırabiliyordu
Şahit olduğu bir başka olay da şu idi: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlar, arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor ama yetişemiyorlardı
Adam bunlarla kafası Karışmış birhalde uzun yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına geldi Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin geldiğini yolculuğun nasıl geçtiğini sordu Adam herşeyi anlattı ve yolda karşılaştığı alışılmamış hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadı Bunun üzerine ihtiyar bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıkladı:
''Senin yolda ilk rastladığın buğday ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeler
Taş kaldırmaya çalışan kimse de şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir Ama ona tevbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar
Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen alimlerdir Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır''


ER KİŞİ NİYETİNE…


       
         Babamın dostlarındandı. Dimdik yürürdü. Hani Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya,öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. “Oğul” diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. 
       Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı. Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar’da savaşmış. Ancak İzmir’in kurtuluşundan sonra köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı.  Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki?
Şerbet içmek kadar kolaydı. “Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale’de !” derdi sık sık.
Olur muydu??
Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış
boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin ! …
Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor…
“Yavrularım… Aslanlarım… Biraz sonra Cenab-ı Rabb’ül Alem’in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim… Haydi !
Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim…”
Teyemmüm edilir… Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;
” Çocuklarım… Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz… Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor.
Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım…”
” Kabe Karşımızda… ”
Arkadan Of’lu Ali çavuş bağırır. ” ER KİŞİ NİYETİNE… ”
O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

Onlar Allah’a verdikleri sözü tuttular….

İş Bilene Can Kurban


Gazneli Sultan Mahmud, bir av merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile tanışmıştı Ayas’ın söz ve davranışlarındaki farklılık, bunlardan yansıyan zeka parıltıları karşısında Sultan Mahmud, bu delikanlıda bir cevher olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının izniyle Gazne’deki sarayına götürmüştü
Ayas, sarayda sultanın emriyle yoğun bir eğitim ve öğretime tabi tutuldu Tahminlerin ötesinde zeki ve başarılı bir genç olduğu görüldü Her öğretileni hemen belliyor, köyden gelmişliğini hissettirmemek için bir yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat gösteriyordu
Sonuçta Ayas, Sultan Mahmud’un istediği nitelikte bir elaman olarak yetişti ve sultanın emrine girdi Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan tam not alıyordu Sultan Mahmud Ayas’ı keşfettiğine içten içe memnun oluyordu
Ayas, sarayda liyakat ve yetenek isteyen görevler için adı akla ilk gelen kimse olmuştu Sultanın bir paye verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi Ayas’tı Bunun için Sultan’ın maddi ve manevi iltifatlarına mazhar oluyordu Bu durum Ayas’la aynı rütbedeki vezirler ve diğer yüksek dereceli memurların kıskançlığına, Ayas hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu Ama Sultan Mahmud herşeyden haberdardı Bir gün vezirlerinin kumandanlarının katıldığı bir gezi düzenledi Bu gezi sırasında yakınlarından geçmekte olan bir kervan Sultan Mahmud’a, Ayas’ın değerini kanıtlamak için aradığı fırsatı verdi Sultan Mahmud, vezirlerinden birini çağırdı ve ona,
- Git, şu kervan nereden geliyormuş sor, dedi Vezir gitti sordu ve döndü:
- Sultanım, bu kervan Çin’den geliyormuş
- Peki nereye gidiyormuş?
- Onu sormadım efendim
Sultan Mahmud bunun için bir başka vezir çağırdı ve ona,
- Git şu kervan nereye gidiyormuş öğren dedi Vezir öğrenip geldi:
- Sultanım Mısır’a gidiyormuş
- Anlaşıldı, yükü neymiş?
- Onu öğrenmedim efendim
Böyle kaç tane vezir denedi, kervan hakkında tatminkâr bilgi edinemedi Bunun üzerine mevcut vezir ve diğer yetkililere şöyle dedi:
- Ayas’ı çekemediğinizi, hakkında ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı biliyorum Benim Ayas’a değer verişim sahip olduğu engin kabiliyetlerden, verilen her görevde gösterdiği ustalık ve beceriklilikten dolayıdır Beşinizin, onunuzun birlikte üstesinden gelemediği bir işi tek başına hak edebilmesi sebebiyledir En basiti şu kervan hakkında hanginizi görderdimse yeterli bilgileri edinemediniz Halbuki daha önce böyle bir konuda Ayas’ı denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm soruların cevabını öğrenip beni aydınlatmıştı İşte benim Ayas’ı tutmamın, ona farklı muamele yapmamın sebebi budur


EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP!


        Şehrin kalabalık bir semtinde, trafiğin yoğun olduğu bir saatteyiz. Yağmur çiseliyor hafiften. Yağmur hem ince ince yağıyor hem her damlada bütün şehri altüst etmeyi başarıyor. Bir otobüs yanaşıyor durağa. Yolcularını alıyor, yolcularını bırakıyor. Otobüsün arka tarafında camdan dışarı bakan bir adam var. Orta yaşlı bir adam. Ne şişman ne zayıf. Ne esmer ne sarışın. Belki bir devlet kurumunda çalışıyor ya da özel bir şirkette. Dalgın, durgun bakıyor etrafa. Koşturan insanlara, renklere, desenlere, insanlığın hallerine… Derken aniden bir şey dikkatini çekiyor. İleride bir apartmanın yan cephesinde mor boyayla yazılmış bir yazı duruyor: 
  EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP.
       Adam gözlerini kırpıştırarak bakıyor yazıya, tekrar bakıyor. Öylesine alışkın ki başka türlü duvar yazıları görmeye, bunu yadırgıyor. Halbuki çöp dökmemeyle ilgili bir yazı görse yadırgamazdı. Ya da siyasi içerikli bir yazı olsaydı. Filanca partiyi tutanların ya da falanca partiye kızanların yazdığı bir yazı. Veya bir aşk ilanı olsaydı… “Zeynep seni seviyorum…” gibi bir şey mesela. Ya da “kömür gözlüm… ” Onları da yadırgamazdı. Her şehirli insan gibi adamın da gözleri alışkın orda burda bu tür yazılar görmeye. Ama bu seferki yazı farklı. Kim yazmış acaba? Niye yazmış? İnip bakmak istiyor bir an. Yakından görmek. Dokunmak harflere. Ama otobüs tam o an hareket ediyor. Adam hiç düşünmeden yerinden kalkıp otobüsün arka tarafına gidiyor ve yüzünü cama yapıştırıp, oradan bakıyor duvar yazısına. Bakabildiği kadar bakıyor. Ta ki harfler ufukta minnacık birer nokta oluncaya dek.
      Genç kız üniversite öğrencisi. Henüz ikinci sınıfta. İdealist, girişken, azıcık romantik, deli dolu, okumayı seviyor, müziği ve sinemayı da. İsmi önemli değil. Yeliz ya da Ayşegül, fark etmez. Sosyal Bilimler okuyor ya da mühendislik. Sınavı var bugün, üstelik geç kalmak üzere, koşturuyor yollarda. Kampustan içeri girerken gözü bir an için yan tarafta duran satıcıya takılıyor. Satıcının tezgâhının üzerinde elmalar, armutlar, portakallar dizili. Her bir meyva öbeğinin üzerinde fiyatının yazılı olduğu bir karton var. Ve el arabasının kenarında bir kağıt, üzerinde mor harflerle yazılmış bir yazı duruyor. Genç kız hayretle bakıyor yazıya. İnanamıyor gözlerine. Sınavı filan unutuyor bir an. Yaklaşıyor. “Sen mi yazdın bu yazıyı?” diye soruyor satıcıya. Satıcı esmer zayıf bir adamcağız. Sigaradan sararmış dişlerini saklamaya çalışarak, yarı mahçup gülümsüyor. “Yok ben yazmadım. Az evvel yaşlı başlı bir adam geldi, bunu verdi. Ben de sevdim. Aldım koydum oraya.” Genç kız usulca yazıya dokunuyor. Bir çiçeğe dokunur gibi. Portakal kokuyor yazı. Güzellik kokuyor. Sükûnete, sadeliğe, huzura ve uyuma davet ediyor. Kim yazmış acaba? Niye yazmış? Çantasından bir defter çıkarıyor, gördüğü yazıyı aynen defterine geçiriyor:
  EDEP YA HU EDEP, BUGÜN BİR İYİLİK YAP.
        Gecenin bir saati, şehrin bıçkın yüzü, kenar semti. Pavyonların önünde taksiler bekliyor, sokak aralarında alacaklılar kavga ediyor, sarhoş bir adam ağaç altına kusuyor, tam şu anda birileri birilerini dolandırıyor, yalanlar söyleniyor, sahte kahkahalar atılıyor, hüznün üstü örtülüyor, makyaj makyaj üstüne. Şehir bu saatte hiç olmadığı kadar hırçın ve kızgın. Ve tüm bu keşmekeşin ortasında bir hayat kadını yürüyor tek başına. Rimeli akmış ağlamaktan. Hırpalanmış. Yaşamak istemiyor. Bu gece intiharı düşünüyor.
Rastgele bir taksiye biniyor. “Anadolu yakasına geçeceğiz” diyor. Halbuki geçmeyecek. Boğaz Köprüsü’nde inecek. Oraya kadar taksimetre ne yazmışsa kuruşu kuruşuna ödeyecek ama. Herkes onu aldattı hayatta ama o kimseyi dolandırmadan gidecek ölüme. Planı böyle. Taksici güngörmüş adam, dikiz aynasından bakıyor, bir şey söylemiyor. Anladı mı acaba yolcusunun intihara gittiğini?Köprünün ortasında yavaşlıyor taksi. “Abla,” diyor taksici. “Bak bana bugün ne geldi?” Kadın evvela anlamıyor söyleneni. Taksici ısrarla ona bir yirmi lira uzatıyor. Minnacık bir yazı yazılı üzerinde, mor harflerle. “Sende kalsın” diyor taksici. “Çantanda taşı. Moral verir. Yüreğini ferah tutarsın.”
        Kadın başını eğiyor. Bütün gece bastırdığı hüzün balon gibi kaçıyor elinden. Tutamıyor. “Ağlama be abla,” diyor taksici. “Ağlama bak beni de ağlatacaksın.”
Sabaha karşı İstanbul. Taksici ve hayat kadını deniz kenarında köfte ekmek satan seyyar satıcının önünde duruyorlar. Sessizce denize bakıyorlar. Ödeme zamanı gelince kadın kendisine verilen yirmi lirayı uzatıyor. “Bana iyi geldi, belki başkasına da iyi gelir… “
       Otobüsteki adam duvarda bir yazı gördü. Öyle bir yazı ki çıkmadı aklından. Aynı gün uğradığı bankada sıra numarası için makineden bir kağıt aldı. Duvarda gördüğü yazıyı oraya yazdı. Banka sırası kendisine gelince bu kağıt parçasını minik kutunun içine bıraktı. Bir sonraki banka müşterisi yaşlı bir adamdı, emekli öğretmen Muzaffer Bey. Tesadüfen aynı vezneye gelince yazıyı buldu, bir kağıda not etti. O gün bir üniversitenin yakınlarında işi vardı. Meyve satan satıcının yanından geçerken dayanamadı, yazıyı ona verdi. On dakika sonra oradan geçen üniversite öğrencisi genç kız yazıyı gördü, sevdi. Yirmi liranın üstüne yazdı. Aynı gün marketten alışveriş yapınca o yirmi lirayı kullandı. Para gün içinde elden ele dolaştı ve en nihayetinde bir taksi şoförüne ulaştı. Taksici baktı yazıya, sevdi. Gece arabasına binen hayat kadınına verdi.
      Köfteci kendisine uzatılan parayı aldı. Üzerindeki yazıya bakakaldı. Yüreğinin bir yeri ışıldadı. Bir hayır yapmak istedi, tanımadığı bir cana yardım etmek, güzelliğe vesile olmak…. Yazıyı kağıda geçirip kamyonetinin duvarına astı. Orada köfte ekmek yiyen bütün müşteriler gördüler ve başka başka yerlere yazdılar. Bir fısıltı gibi yayıldı yazı. Rüzgâr gibi yayıldı.
                                                                                           Elif ŞAFAK


Herkes Soyuna Çeker


Bir padişah Hızır’ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı “Kim bana Hızır’ı gösterirse onu armağanlara boğacağım” dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: “Hanım ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz”
Adamın karısı kanaatkar biriydi “Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten” dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır’ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: ‘Benim aslında Hızır’ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim” dedi Padişah buna çok kızdı: “Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?” diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu:
- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
- Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım
Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar I. vezirin sözleri üzerine söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı”
Padişah ikinci vezirine sordu:
- Bu adama ne ceza verelim?
- Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım
Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine “Küllü şeyin yerciu ila aslını” dedi
Padişah üçüncü vezire sordu:
- Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?
- Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli
Nurani ihtiyar yine söze karıştı: “Küllü şeyin yerciu ila asıhı”
Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:
- Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?
ihtiyar cevap verdi:
- Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti
Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz “Herkes aslına çeker” demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.
Katranı kaynatsan olur mu şeker;
cinsini sevdiğim cinsine çeker.