Ölümün soğukluğunu hissetmek herhâlde buydu. Gerçekten de ölüm denen şey
yaklaşınca, bütün korkunçluğunu insanın üzerine bırakıyordu. Bu korkunçluk bir
askeri yıldıramaz ya da korkutamazdı, fakat geride kalanları düşünmek! İşte bu
en sert yüreği bile inceltmeye yetiyordu. Hele bu geride kalanlar ayın on
dördünü kıskandıracak güzellikte bir eş ve daha “baba” demeye bile başlamayan
bir küçük yavruysa, o yürek yerinden çıkıyor, kendi kendini taşlara vurup
parçalıyordu.
Çatışma çıkalı yirmi dakika olduğu hâlde ortalık cehenneme
dönmüştü. Yavuz da bu cehennemin tam ortasında kalmış, var gücüyle çarpışıyordu.
Bundan önce de birkaç kez çatışmışlardı ama anlaşılan bu sefer ki öbürlerinden
daha acımasızdı. Kolay değil, gecenin üçünde karakola teröristler ağır
silahlarla saldırmışlar ve belli ki planı çok önceden yapmışlardı. İşte şimdi
hedeflerine ulaşmak için o iğrenç namlularından çıkan hain kurşunlarını karakola
ve askerlerin üzerlerine fırlatıyorlar, karakoldaki askerleri devirebilmek için
ateşin ardını arkasını kesmiyorlardı.
Yavuz, on ay boyunca ilk defa böyle
çetin bir savaş görüyordu. Bu savaş, tatbikat ya da eğitimlerden çok farklıydı.
Eğitimlerde olduğu gibi silahların patladığı yeri, namluların doğrulduğu
tarafları bilmiyordu. Her yerden ateş sesleri geliyor, karakolun karşısındaki
tepeden gelen patlama sesleriyle karakoldan fırlayan mermilerin korkunç
çığlıkları birbirini kesiyor, bu da insan beyninde yıkıcı bir gürültü
yaratıyordu. Yavuz, şimdi eğitim sırasında öğrendiği her şeyi uygulayacaktı.
İşte, kar altında da güneş altında da, gece gündüz demeden yaptırdıkları şu
eğitimlerin işe yarayacağı zaman gelmişti.
Karakol tarafında da müdafaa
yamandı. Nöbetçilerden biri dört aylık asker olduğu için acemiydi ve ilk gelen
bombayla şehit olmuştu ama Yavuz’un ve bu askerin komutanı olan Yılmaz Üstçavuş,
gözyaşını içine akıtıp derhal vuruşmaya koyulmuştu. İlk önce bombanın geldiği
yöne doğru fırlattığı bir başka bombayla haine cevap vermiş, ardından aceleyle
davranıp, her gece en yakın arkadaşlığını yapan, biricik yoldaşı uzun namlulu
silahıyla ölüm saçmaya başlamıştı.
Yılmaz üstçavuş renkli bir kişiydi.
Yaşı daha genç olduğu hâlde üç kere nişanlanmış, üçünde de bir yol işin sonunu
getirip evlenememişti. Sonunda tepesi atmış, evlilik işini hayatından silip
atmıştı. Evli olan erlerini “sen zaten yanmışsın” diyerek kızdırırdı. Erler,
Yılmaz üstçavuşu kendilerine çok yakın hissederler, onu bir komutandan ziyade
bir abi gibi görürlerdi. Erler bütün komutanlarını severlerdi ama Yılmaz
üstçavuşun yeri başkaydı.
Yılmaz üstçavuş yetim büyümüştü. Bütün maddi
gücünü onu okutmaya harcayan annesi ve abisine vefa borcunu şimdi onları yanına
alıp onlara bakarak ödemeye çalışıyordu. Babasını hiç tanımadığı için, çocuğu
olan erlere daha bir özen gösterir, bu erlerin kılına zarar gelecek de bir çocuk
daha yetim kalacak diye çok korkardı. Neler yapmamıştı ki erlerle? Tıpkı er gibi
çıkıp dışarıda onlarla rakı bile içmişti. Erlerle disiplini koruyor, fakat muzip
yanını bir türlü bastıramıyordu. Bu muzip yanı erlerin de çok hoşuna gidiyordu.
Bu yüzden birkaç kez Murat üsteğmenden fırça yemişti ama erlere dayanamıyor,
onların her birini kardeşinden farksız görüyordu.
Kendisini birdenbire
korkunç çarpışmanın tam ortasında bulan Yavuz ise, Aydın’lı bir Türk yiğidiydi.
Askerlik çağı gelince, her Türk evladı gibi kışlaya koşmuştu. Şimdi Kars’ın
Kağızman ilçesinde vatani görevini yapıyordu. Yavuz, evliydi ve yedi aylık bir
oğlu vardı. Asker ocağında en büyük dertlerinden biri, dünya güzeli eşiyle
gelecek umudu yüklü küçük oğluydu. Onları düşündükçe yüreği parçalanıyor,
yüreğindeki kanı dindiremiyordu. Ama askerlik şerefti, ardı. Bu yüzden
katlanması gerekiyordu.
…Çatışma yavaşlamıyor, aksine sürekli artıyordu.
Yavuz, elindeki silahla durmadan ateş ediyordu ama doğru hedefe ateş edip
etmediğini belirleyemiyordu. Çünkü her yer çok karanlıktı. Birden kendisine
seslenen Yılmaz üstçavuşun sesini duydu:
- Yavuz! Buraya
gel...
Ses, karakolun arka giriş kapısının olduğu yönden geliyordu.
Birkaç adım o tarafa ilerleyince Yılmaz üstçavuşunu görebildi. Bir yandan
silahıyla kendisini ve karakolu koruyordu, diğer yandan da Yılmaz üstçavuşun
yanına doğru ilerliyordu. Nihayet komutanının yanına geldi. Yüzünde, en yırtıcı
doğanlara has bir ifade vardı. Komutanına cevap verdi:
- Emredin
Komutanım!
Yılmaz üstçavuş soğukkanlıydı:
- Yavuz! Merkez
karargâhla irtibat hâlindeyiz. Destek geliyor ama yolda ona da pusu kurmuş bu
hainler. Ama az kaldı, birazdan yetişirler. Şimdi bize düşen burayı savunmak.
Unutma; silahını bırakmazsan nöbet yerin düşmez, nöbet yerin düşmezse birlik
düşmez, birlik düşmezse tabur düşmez, tabur düşmezse alay düşmez, alay düşmezse
ordu düşmez ve ordusu düşmeyen bir ülkeye de kimse bir şey yapamaz. Şimdi var
gücümüzle çarpışacağız.
Yavuz kendinden emin bir şekilde cevap
verdi:
- Komutanım! Biz buraya gelmeden önce anamızın babamızın önünde,
bütün anaların babaların önünde ant içtik. Bizim alnımız iki şekilde ak durur;
ya burada canımızı toprağa hediye ederiz, ya da şu bize kurşun sıkan hainlerin
topunu yok eder milletimizin intikamını alırız. Geri durmak, vazgeçmek ne demek?
Siz komutanlarımız bizi böyle yetiştirdiniz.
Bu sözler dudaklarından
dökülen Yavuz, kapıdan içeri bakınca yüreği dağlandı. Son günlerde içinde
sürekli sıkıntılar olan Arif, cansız yerde uzanıyordu. Diğer arkadaşlarından bir
kaçı ona müdahale etmeye uğraştıysa da geç kalınmıştı. Yavuz bu manzara
karşısında kanı donduğu hâlde sert bir küfür savurarak silahındaki mermileri
karşı tepeye doğru haykırarak göndermeye başladı. Kim bilir; belki de birkaç
teröristi öldürmüştü ama kahretsin ki bunu tespit edemiyordu.
Yarım saate
kalmadan destek kuvvet gelmişti ama çatışma bitmiş değildi. Biraz sonra korkunç
bir patlamanın ardından Yavuz’un kısa ve sert sesi duyuldu. Evladı kollarından
düşen bir anne gibi atılan Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un yanına koştu. İşte Yılmaz
üstçavuşun korktuğu olmuştu, bu ses karakola geldiğinden beri öz kardeşinden
ayrı tutmadığı Yavuz’a isabet eden hain bir kurşunu anlatıyordu.
Kurşun,
Yavuz’un sağ omzunun birkaç santim boynundan tarafına isabet etmişti. Yılmaz
üstçavuş yine soğukkanlı olup Yavuz’a moral vermek istiyordu ama her an bu
soğukkanlı duruşunu bozabileceğinden korkuyordu. Çünkü öz kardeşi gibi sevdiği
askerini bu hâlde görmek, bir asker için yaşanabilecek en kötü anlardan biriydi.
Yılmaz üstçavuş derhal sağlık ekiplerine haber vermişti. Diğer yandan da her
zamanki muzip tavırlarıyla Yavuz’u rahatlatmaya çalışıyordu:
- Bakıyorum
vurulma bahanesiyle yatıyorsun. Ne o? Çok mu yoruldun yoksa?
Yavuz’un
nefes alışverişleri hızlanmıştı. Önce gülümsedi, sonra komutanının kolunu
tutarak, boğazında biriken kanlardan çıkan öksürüğe benzeyen ses eşliğinde
konuşmaya başladı:
- Komutanım! Karım Fulya’ya onu çok sevdiğimi söyle.
Onu, daha yolun başında yalnız bıraktığım için beni affetsin. Oğlumuzu iyi
yetiştirsin. Yaşadığı sürece şehit evlâdı olduğunu bilip, ona göre ömür
geçirsin.
Yılmaz üstçavuş, yüreği kan ağladığı hâlde zoraki gülümsemeye
devam ediyordu:
- Oğlum ne pinpirikli adamsın. Sinek ısırsa bundan daha
fazla yara olurdu. Bu kadarcık yarayla adama bir şey olmaz. Hem ben Fulya’ya ne
diyeceğimi biliyorum. Senin bu mızıkçı kocan eğitimden hep kaytarıyordu. Gidip
karakolun arkasında sigara içiyordu diyeceğim. Artık başka diyeceğin varsa da
sen nasıl olsa yanına gideceksin, gidince söylersin.
Yavuz yine
gülümsemişti. Sesindeki boğukluk artmış olduğu hâlde zorlanarak cevap
verdi:
- Kaytardığımızda karakolun arkasında sigara içip mektup
yazdığımızı biliyor muydun komutanım?
Yılmaz üstçavuş tebessümle cevap
verdi:
- Bilinmeyecek gibi mi kaçıyordunuz? Hele bir keresinde sen kuru
otları azcık yaktıydın, komutanlar anlayacak diye de yaktığın otları bir bir
toplayıp toprağın altına gömdüydün. Zeki adamsın ama.
Bu arada
teröristler büyük ölçüde püskürtülmüştü. Sağlıkçılar da gelmişlerdi ve Yavuz’a
ilk müdahaleyi yapıyorlardı. Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un elini tutup sıkarak hâlâ
ona moral vermeye çalışıyordu:
- Tamam hadi, yeter bu kadar kaytarmak.
Kalk yürü. Bir şeyin yok işte.
Yavuz, gözleri açık olduğu hâlde artık
gülümseyemiyordu. Son bir güç ile komutanının elindeki elini sıkmaya muvaffak
oldu. Komutanının gözlerinin içine bakarak son bir söz diyecek oldu, nefesi
yetmedi. Dudağının sol tarafından sızan ince bir kanla başı geri düştü. Artık
Yavuz hiçbir şey göremiyordu. Gözleri yıldızları seyrediyordu ama Yavuz
yıldızları göremiyor, yanı başında kendisine ölmemesini emreden Yılmaz
üstçavuşunu duyamıyordu.
Sağlık görevlileri uğraştı ama olmadı. Sağlık
görevlisinin biri, gözleri yaşlı olduğu hâlde Yılmaz üstçavuşa dönü;
-
Kurşun beyne giden damarlardan birini parçalamış, boğaza yakın değdiğinden nefes
borusunu da yaralamış. Yapılacak bir şey kalmamıştı, ordumuzun ve milletimizin
başı sağ olsun.
Yılmaz üstçavuş, deminden beri hapsettiği gözyaşlarını
artık serbest bırakmıştı. Yavuz kanıyla, Yılmaz üstçavuş gözyaşıyla uğruna
binlerce Mehmetçiğin çarpıştığı vatan toprağını suluyorlardı. Yılmaz üstçavuş,
Yavuz’un ardından bakakaldı. İşte bir vatan evladı daha gitmiş, bir bebek daha
yetim kalmıştı. Yılmaz üstçavuş fısıldar gibi bir sesle;
- İşte ulan!
İşte bunun için evlenmenizi istemiyorum… Hiçbir erin evli olmasını istemiyorum.
Arkanızda yetim çocuk bırakmayasınız diye! Ben üç nişan bozdum, yapamadım, sizin
ne aceleniz var? diyordu…
Şimdi Yavuz’un cansız bedeni helikopterle
götürülmüş, geride kalanlar açılan yaralarıyla yine baş başa bırakılmıştı. Kim
bilir? Belki Yavuz’un oğlu da yetim büyüdüğünden, ardında yetim bırakmamak için
askerliğini yapmadan evlenmeyecek, hatta belki o da ebedi asker olup, evlilikten
korkarak büyüyecekti.
Yılmaz üstçavuş ıslak gözleriyle Yavuz’un
arkasından kısık sesiyle mırıldanır gibi konuşuyordu:
- Analara ve
babalara verdiğin sözü tuttun Yavuz’um. İstediğin gibi alnın ak duruyor! Ama ne
vardı canın da bedeninde dursaydı. Yakmasaydın
yüreğimi…